DEMOKRASi YOLUNDA-1 (ABD Demokrasisi)

            Artık yeni bir seriye başlama zamanı geldi. Tarihsel süreç içinde demokrasiyi seçen devletlerin bu sürece nasıl geldikleri ve hangi zorluklardan geçtiklerini birlikte keşfetmek istedim.

Yazı serimize ilk demokratik devlet olarak kabul edilen Amerika Birleşik Devletleri ile başlamak yerinde olacaktır. Aynı zamanda bir koloni olan kıtanın, dünyanın en güçlü devletine evirilmesi, dahası sadece askeri bakımdan değil, kültür bakımından da bu denli etkili olması yoğun bir entelektüel tartışmanın içinde doğmasıyla doğrudan bağlantılı. 

Yeni Dünyanın keşfi ile yeni bir yaşam umudu ile cemaatlerden azınlıklara, siyasi suçlulardan hırsızlara kadar geniş yelpazede bir göç başladı. Fakat göçmenler yanlarında Rönesans’ın birçok fikrini de yanlarına almışlardı. Bunlar arasında en önemli olanı, yerleşimcilerin İngiltere’den temsili hükümet fikrini de getirmiş olmasıydı. İlk İngiliz yerleşimi 1607 yılında Virginia Company tarafından Jamestown’da kuruldu. Seçilmiş bir konseye sahip olan yerleşim Kral I.Charles tarafından kraliyete devredilse de konsey varlığını sürdürmeyi başardı. Diğer bir yerleşim ise Massachusetts’de Pilgrims olarak bilinen dini bir grup tarafından Kuzey Virginia’da kuruldu ki ileride göreceğimiz on üç koloni arasında en güçlü noktaya gelecekti. Hatta kendilerini yeni dünyaya getiren gemilerinin ismi olan Mayflower’ı kendilerini yönetmek için yazdıkları sözleşmeye vermişlerdir. Bu örnekler öncülüğünde yeni yerleşimler zaman içerinde kendi hükümetlerini kurmayı başarmışlardı. Sayıları 13’ü bulan koloniler İngiltere’den herhangi bir yardım almadan kısa süre içerisinde hızlı büyüyen bir ekonomi kurmayı başardılar. Özellikle zaman içerisinde konseylerdeki yönetim tecrübesinin artması ile kendilerinden çok uzakta kalan İngiltere’den daha fazla hak talep etmeye başladılar. 1760 sonrasında III.George’un merkantilizm ile artan mal talebi Amerikan kolonilerini zor durumda bırakmaya başlamıştı. Amerikalılar bu duruma itiraz etti çünkü artan vergilere karşı kendilerini İngiltere Parlamentosunda temsil eden bir temsilci yoktu. Bu durumu hemen sloganlaştırdılar; No taxation without representation (Temsil yoksa vergi yok!). Hemen arkasından boykot geldi; artık Amerikalılar İngiliz çayı yerine kahve içmeye ve İngilizlerin yükselişinin sembollerinden biri olan tekstil ürünleri yerine ev yapımı kıyafet giymeye başlamışlardı. 1773 senesine geldiğimizde ise İngiltere’de Parlamentonun Çay Yasası ile Doğu Hindistan Şirketine (British East India Company) verilen imtiyazlarla birlikte durum daha da kötüleşti. Yerleşimciler Boston Limanı dışında Şirket gemilerinin limanlara yanaşmasına izin vermediler. Yine aynı sene bir grup Amerikalı İngiliz çaylarını limana dökerek protesto ettiler. Bu yerleşimciler ile İngiliz Ordusu arasına yer yer çatışmalara sebep oldu İngiltere Parlamentosu ivedilikle Zorlama Yasaları (Coercive Acts) kabul etti. Bu yasalar kolonicilerin haklarını sınırlandırırken aynı zamanda İngiliz askerlerine kolonicilerin evlerinin dahi aranması iznini veriyordu. Bu Amerikalılar için kabul edilemezdi, hele ki John Adams gibi hukukçular artık Kralın keyfi kararlarının doğal hukukun önüne geçtiği fikrine karşı şiddetli bir protestoya başvurdular. Philadelphia’da ilk kıtasal kongre (First Continental Congress) düzenlendi. Kongre sonucunda Krala yollanan talep listesinin karşılığı kıtaya daha fazla asker göndermek oldu. Çünkü ne olursa olsun yerleşimciler birer İngiliz’di ve İngiltere onların ana vatanıydı. Koloniler ne tepki vereceklerine karar vermek içim İkinci Kıtasal Toplantı ’da buluştu. Genel olarak ayrılıkçılar ile hala İngiltere’ye sadık olanlar arasında bir tartışma başladı. New York başta olmak üzere ayrılığın zor olacağını ve büyük İngiltere donanması ile savaşılamayacağı düşünen eyaletler vardı. Fakat Boston’da durumun kötüleşmesi John Adams gibi bağımsızlık yanlısı delegelerin elini güçlendiriyordu.  Bu noktada Thomas Paine bir kitapçık yayınladı; Ortak Akıl (Common Sense). Kitapçık bağımsızlık ve Cumhuriyet yönetiminin aciliyetini sade ama etkileyici bir şekilde yazmıştı. Kitap Amerika’nın her yerine yayıldı ve isyan için ateşleyici bir güce dönüştü. 

             ‘’Diğer haklar elden gittiği zaman, isyan etme hakkı mükemmel hale gelir.’’ (Thomas Paine) 

İkinci Kıtasal Kongre Bağımsızlık bildirisini hazırladı. Büyük ölçüde Thomas Jefferson tarafından hazırlanan bildiri Amerika siyasal sisteminde felsefi altyapısını hazırlamış oluyordu. 

‘’Biz şu gerçeklerin açık olduğu görüşündeyiz: bütün insanlar eşit yaratılmışlardır, onları yaratan Tanrı kendilerine vazgeçilemez bazı haklar vermiştir, bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve mutluluğu arama hakları yer alır, bu hakları korumak için insanlar arasında meşru, iktidar hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alan hükûmetler kurulmuştur. Herhangi bir hükümet şekli, bu amaçları tahrip eder bir nitelik kazanırsa, onu değiştirmek veya kaldırmak ve temelleri kendi güvenlik ve refahlarını sağlamaya en uygun görünecek ilkeler üzerine dayanan, güç ve yetkiyi aynı amaçla örgütleyen yeni bir hükûmet kurmak o halkın hakkıdır.’’ (ABD Anayasası)

Koloniler Bildiriden sonra bağımsızlık için yollar aramaya başladı. 1776 yılında New Hampshire kendine bir nevi anayasa hazırladı ve devlet şemasını hazırladı. 1780’de Massachusetts’in de kendi yapısı kurması ile 13 kolonide kendi siyasal yapılarını oluşturmayı bitirdi. Bicameral sistemli İngiliz tarzında siyasi organizasyon oluşturdular. 4 Temmuz 1776’da George Washington önderliğinde bağımsızlıklarını ilan ettiler ve yeni devletin adı Amerika Birleşik Devletleri oldu.

Amerika’nın geleceğinde her ne kadar yapısal etkenler önemli rol oynadıysa da iki kişinin siyasete ve ekonomiye dair inançları etkisi bugün bile hissedilen tartışmalara yol açtı. Bir tarafta güçlü merkezi hükûmet, finans ve sanayiye dair düşünceleri ile Alexander Hamilton ve diğer tarafta eşitlik, demokrasi ve insan hakları ile Thomas Jefferson. İkisinin rekabeti Amerika’da nesilden nesile sürecek olan tartışmaların kaynağını oluşturmaktadır. Şimdi bu tartışmanın nedenlerine bakalım.

Sanayileşme iki ucu keskin bir kılıç gibidir. Sosyal ve kültürel anlamda yeni değişiklikler getirirken aynı zamanda da gücü ve parayı çok daha azınlığın elinde toplar. Bu noktada sanayileşmenin kurbanları olduğunu düşünen kırsal kesim Jefferson’ın eşitlik kavramına sıkı sıkıya sarıldılar.

Tartışmanın temelinde Hamilton sanayi kesiminin taleplerini yerine getirmek isterken Federalistlerin sözcüsü konumundaydı. Jefferson ise kırsal kesimden dolaysı ile Güneyden destek alarak bir nevi anti-Federalistlerin sözcüsü durumundaydı. Hamilton güçlü bir hükûmet ile ticari sınıfın isteklerini yerine getirebileceğine inanıyordu. Düzen ve organizasyon bu durumu desteklemek için uygun koşulları sağlıyordu. Hükûmet ticari sınıfı desteklemeliydi. Jefferson ise merkezi olmayan eşitlikçi bir cumhuriyet taraftarıydı. Kısacası Hamilton sanayiye zarar verecek anarşik ortamdan korkarak düzeni isterken, Jefferson tiranlıktan korkarak özgür düşünce ortamı istiyordu. 

“İnsanlar hükümetten korktuğu zaman zorbalık, hükümet insanlardan korktuğu zaman, özgürlük vardır.”

Hamilton ulusal bir banka kurulmasını önerdiğinde Jefferson bunun federal hükümetin görev alanı dışında olduğu gerekçesiyle karşı çıktı. Jefferson eyaletlerin eğer merkezi hükümete borçlu olması halinde bunun merkezi hükümet lehine sonuçları olacağı için banka sistemine çok sıcak bakmıyordu. Çünkü bankacılık onları zengin Avrupa devletlerinin kölesi haline de getirebilirdi. Hamilton ise merkezi hükümetin sorumluluğu ne kadar büyük olursa otoritesinin de o denli büyük olacağını savunuyordu. Bu noktada belirtmeliyiz ki Kuzey ve Güney arasındaki fark birliğin geleceği için oldukça endişe vericiydi. Tartışmalarda birinin gücünün diğerini dengelemesi gerektiği fikri de oldukça yaygındı. Bunun anlamı Kuzey eyaletlerin Güneyi desteklemesi demekti.

Amerika bolluk ve refah içinde kurulmadı. Birçok tehlikenin ve tartışmanın içinde kuruldu. Birliğe olan Kuzey köleliğe karşı olan tavrını bağımsızlık döneminde herhangi bir şekilde gösteremedi. Amerika’nın geleceğinin ticarette olduğuna dair inancı ise Philadelphia gibi eyaletlerin neden otorite yanlıları olduğunu görmemizi sağlayacaktır. Tek tartışma bu değildi elbette. Bağımsızlık kazanıldıktan sonra Başkanın yetkileri üzerinde de büyük bir tartışma çıktı. Bir grup Başkanlık makamının saygıdeğer olmasını savunurken diğer grup ise bunun fazla güç vermek olduğu anlamına geldiğini düşünüyordu. Amerika Anayasası soydan gelen unvanları kaldırırken kamusal unvanları getirmeye çalışıyordu. Daha ilginç olanı ise Başkanın bakanları görevden alıp alamayacağıydı. Çünkü bu senatoda kalmalıydı. 

Bu noktada John Adams’dan da bahsetmemiz gerekir kendisi George Washington’ın iki dönem başkan yardımcılığını yaptıktan sonra ikinci ABD başkanı olmuş fakat sonraki seçimde yakın arkadaşı Thomas Jefferson’a kavgalı bir şekilde kaybederek inzivaya çekilmiştir. Daha sonra yeniden barışarak mektuplaşmaya başlayıp ABD tarihinin en uzun mektuplaşmasına gerçekleştirmişlerdir. Tarihin bir cilvesi olarak her ikisi de 4 Temmuz 1826’da ABD’nin bağımsızlık gününde gözlerini hayata yummuşlardır.

            ‘’Güç daima harika bir ruhu olduğunu ve tüm kanunları çiğnerken Tanrı adına hizmet ettiğini düşünür.’’ (John Adams)

Jefferson ve John Adam arasındaki tartışmaların ve fikir ayrılıklarının nedenine bakalım biraz da. John Adams Fransa’da Bağımsızlık savaşı için Benjamin Franklin ile destek bulmak amacıyla gönderilmişti. Zaferin hemen ardından Thomas Jefferson Fransa’da ABD elçisi olurken John Adams ise İngiltere’de elçi olmuştu. Dolayısı ile Fransız İhtilalinde Thomas Jefferson’ın özgürlük fikirlerini kulaktan kulağa yayması dahası ihtilali destekleyen bir durumda olması Fransızlara karşı sempati beslemesi anlamına geliyordu. George Washington’da hem İngiltere ile ticaret yapıp hem de onun düşmanı olan Fransa’nın desteklenemeyeceğini düşünüyordu. Fakat Thomas Jefferson’a göre Amerika Devrimi özgürlüğün ve eşitliğin meşalesini yakmıştı ve bu ateş şu an Fransa semalarında Fransızları aydınlatıyordu. Fakat eyaletler oldukça farklı çıkarlar peşindeydi, Özellikle Kuzey en büyük ticaret ortağı İngilizleri göz ardı edemezdi. Bu durum ABD’nin en başından itibaren aslında eyaletler arasındaki faklarla neden iç savaşa düşeceğini de gösteriyor.

‘’Tarafsızlık her zaman taraflıdır.’’(Jefferson’ın tarafsızlık çağrılarına cevabı) 

Avrupa’nın iç çekişmelerinden kaynaklanan sorunların eyaletlerin bölünmesine kadar etki edebileceğinden çekinmeleri Avrupa’dan siyasi yönden uzaklaşmalarının da nedenlerinden biridir. Bu ünlü Monroe doktrinine kadar uzanan bir endişeydi.

Sonuç olarak ABD entelektüel kurucu babalara sahipti (founding fathers), ve bu entelektüel tartışmalar günümüze kadar siyasi tartışmaların temelini oluşturdu. Bu noktada ABD halkına da bir parantez açmamız gerekiyor: ister Protestan ahlaktan gelsin isterse de Amerika’nın geniş düzlükleri ve rekabet isteğinden doğsun ABD’nin kurulduğu andan itibaren çok çalışmaya ve sıkı bir ahlaki yaşam tarzına sahip olduğu söylenebilir. Ve bir siyasi olayı yorumlarken anayasalarına başladıkları gibi başlarlar yani We the people…

Yusuf Emre Karaçam